“Siyahın ve beyazın varlığı inkar edilemez. Fakat, siyah ve beyaz spektrumda yalnızca birer adet, aralarındaysa sınırsız çeşit gri var, açık, koyu, daha açık veya daha koyu. Belki milyonlarca, belki milyarlarca belki de sınırsız… Her biri birbirinin neredeyse aynısı ama hepsi kendine özel tonlarda sınırsız griden bahsediyorum. Artık biliyorum ki hayat dediğimiz siyah ve beyazda değil, ikisinin arasında yaşadığımız gri tonlarından ibaret. Siyaha ve beyaza takılı kalıp yaşamanın insanın kendisini hapsetmekten ne farkı var? En kötü durumda, en renksiz hayatta dahi grilerden oluşan bir gökkuşağı siyah beyaza yeğ değil midir?”
-Celal Karabağ, 26 Eylül 1984
Hiçbir kimliğe sığamadığı, hiçbir here aidiyet kökleri salamadığı hayatta hukuk kitaplarına ve cübbesine sığınmıştı. Yansımasında kendini fark ettiği ilk günden itibaren hukuk satırları evsizliğine tepedeki çatı örmüş, cübbesiyse derisine diktiği üniforma, öldüğünde bile giyeceği kefeni olmuştu.
İnsanların hayatlarına -yasaların izin verdiği sınırlar kadar- hükmederken kendi hayatı için başkasının kapısını çalma fikri aylardır içini kemiriyordu. Son zamanlarda daha iyi hissetse de henüz kapıya her gelişinde içeri girip girmeme ikileminden kurtulamamıştı. İkilemde kalmaktan o kadar sıkılmıştı ki yaptığı işin getirdiği ağırlık olmasa topuklarını vura vura kaçardı. Ama bir terapistin koridorindan koşarak kaçan bir kişi olarak yaşamak da en az odaya girdiğinde yüzleşecekleri kadar zordu. Bir hükümlünün müebbetine tokmak vurmak günlüğüne not düştüğü iki cümlelik satırı başkasına açmaktan daha kolaydı. Bensizliğiyle belki yaşayabilirdi ama mesleği olmadan nefes dahi alamazdı.
“Çok görmeyin, benim herkes gibi bir Allah’ım veya bir ailem olmadı, olamadı. Ben ne bir inanca dayayabildim sırtımı ne de bir ölümlü omuz verdi yüküme benimle.” yazardı günlüğünde. Terapistine ettiği ilk kelam da bu cümlelerden oluşmuştu.
Çocukken annesini babasını geri versin diye dualarını işitmediği için her gün yatmadan önce dillendirdiği “Allah beni duymuyor mu?” sorularına “Haşa yavrum Allah ışıksızlıktaki yavru karıncayı bile görür, işitir.” diyen babannesini içinden hiç atamadı. Hem onu özler hem de cevaplarına anlam veremezdi. Tek isteği anne ve babasına yeniden sarılmak isteyen bir yetimi, bir öksüzü görmeyen bir yaratıcı nasıl olur da bir karınca yavrusuna kulak kabartabilirdi? Okulda her gün acımasızca çocuklarca suratına vurulan, her öğrenişte öğretmenlerinin acıyan bakışlarına maruz bırakan o kimsesizlik Allah’ın gözünden nasıl olur da kaçardı? Görünmezdi miydi yoksa bir yavru karınca kadar değeri yok muydu?
Bu nedenle içten içe babaannesine de kızardı, ama kimsesizliğindeki tek kimsesi elleri pamuktan bir yaşlı kadın olduğu için çok da severdi. Hem annesi hem babası olduğu için, hem annesi hem babası olamadığı için. Her gece evden kaçma hayalleri kurar, kahvaltıda yedikleri rafadan yumurtaların her şeyi normal kılmasıyla vazgeçerdi. Ta ki lisedeyken bıyıklarına ilk kez jilet vurduğu bir pazar gününün ikindisinde Hacer Teyze ve Gülten Ablayla tek kimsesini toprağa vermesine kadar. Yazın sobahara çaldığı bir Eylül sabahında kimsesiz kalmıştı.
Gözleri doldu. Artık soru sorulmasına gerek yokken anlatıyordu.
“Kuruma aldılar sonra beni. Çoğu öksüz ve yetimin aksine şanslıydım. Allah razı olsun Adem müdürden. İki çocuklu, evli ve iyi birisi olmanın marjinalliklerden geçmediğini bana öğreten kişiydi. Karanlığımızda bize yol göstermişti.
Adem Müdür varken her şey belliydi fakat sonrasını hiç düşünmemiştim. Lisansta gene aynı yalnızlığımla mücadele etmek zorundaydım. Korktum. Korkularım her nefesimde izledi beni. Derslere giderken, yazılılardan çıkarken… Bir Arnavut kaldırımında aşık oldum ama söyleyemedim. Söylemediklerim dilimin ucuna kamp kurdu. Kimsesizliğimden kaçtım, kuyruk ördü ardıma bırakmadı peşimi. Kendimden de kaçtım, aynaları görmemezlikten gelemedim. Günler günleri ardına taktı, kaçtıklarımla yüzleşmemek için çok çalıştım, mezun oldum ve çok para kazandım. Genç bir avukat olarak zengin bile sayılabilirdim. Davaları kazanan ben, her gece kendi mahkememde yenildim.
Uykusuzluğun esir aldığı bir gecede elime aldığım bir şiir kitabının birkaç dizesinde karşılaştım sonra kendimle.
“…Nemrut sineğe ölür,
İbrahim bilinmezliğe gömülür.
Krallıklar ihtişamını kaybeder, tablet ve yazıtlara dönüşür.
…
…
…İnsan kendini uçsuz bucaksız çerçevelere kapatsa ne fayda!
İnsanın kendi özü,
O oryantellik,
Kıvraklığıyla yolunu bulur.
Taşar.
Dökülür çerçevenin kenarlarından.”
Önce sekterimi arayıp bir süre yalnızca siyasi suçları kabul edeceğimizin bilgisini verip istikbalde hakimlik sınavlarıyla meşgul olacağımdan bir müddet sadece geçimimizi sağlayacak kadar dava kabul etmesi gerektiğini telkin ettim. İlk sınavdan kalmama rağmen, ikinci sınav ve mülakat sonuçlarım cübbe için gerekli taşları hızla dizdi.”
Durdu. Gururla karışık acıyla gülümsedi. Bir yudum su aldı, babaannesinin vesikalığını cüzdanından çıkarıp parmağıyla sevdikten sonra geri yerine koydu. Terapistiyle arasındaki şu kısacık sessizlik tüm anlattıklarından sonra çok iyi gelmişti.
“Hakimlik beni ne kadar mı tatmin ediyor? Orta yaşlarıma geldim. Bir yaratıcı var mı yok mu, mutlak karar masası kurulacak mı kurulmayacak mı bilemem ama gözüm görüp kulaklarım işittiği sürece hukuku tesis etmek için burada olacağım. Her bir cezaya farklı cezalar öngören kitapların yerineyse hukuku kutsal sayıp herkesi eşit olarak yargılayabiliyorum.”
Seans bitimi dışarı çıkarken hafiflemişti sanki. Aklında hayatı bu denli keskin çizgilerle yaşamaması gerektiği düşünceleri ilk kez filizlenmişti. Hatta günlüğündekileri duruma göre terapistine okuması için bile bırakabilirdi. Hayat daha bir güzeldi sanki.