Eskiden insanlar birbirlerine ömür boyu bağlı kalmazdı çünkü ömür bu kadar uzun değildi. Şimdi ise ortalama bir ilişki, birkaç on yılı kapsayabiliyor; bu, yalnızca zamanla değil, değişimle sınanan bir yolculuk demek. Modern ilişkilerin asıl meydan okuması sadakat değil, birlikte değişebilmektir. Ve bu, tahmin ettiğimizden çok daha karmaşık bir süreçtir.
Bir ilişki başlar; başlangıçta her şey taze, heyecanlı ve mümkün görünür. Ancak zaman geçtikçe bireyler dönüşür: karakterler törpülenir, hayaller güncellenir, acılar birikir. İnsan dediğin sabit kalmaz. Ve o sabit kalmayan iki kişi, birbirlerinin değişen haritalarını yeniden öğrenmek zorunda kalır. Zor kısmı da tam buradadır zaten—birini sevmek kolay, ama o kişi değiştiğinde onu yeniden sevebilmek emek ister. Hatta bazen yas tutmayı bile gerektirir; çünkü sevdiğin kişi aynı bedende bambaşka biri olduğunda, eski versiyonunun sessizce kayboluşuna tanık olursun.
İlişkilerde asıl mücadele, büyük olaylarla değil; geçişlerle verilir. İlk birlikte yaşanan yıl, sancılı bir denge kurma çabasıdır. Çocuk doğduğunda roller baştan yazılır. Yıllar sonra o çocuk evden gittiğinde, iki kişi birbirine yeniden "sen kimsin?" diye sormak zorunda kalabilir. Emeklilikte, yaşlılıkta, sağlık sorunlarında, yaslarda... Her bir evre, ilişkiye sızan yeni bir bilinmezliktir. Ve bu bilinmezlik, sevgiyi bir tür beceriye dönüştürür.
Belki de en büyük yanılgı, iyi bir ilişkinin durağan ve sorunsuz olması gerektiğini sanmaktır. Oysa güçlü ilişkiler, dalgalanmaya rağmen ayakta kalanlardır. Krizlere karşı bağışıklık sistemi gelişmiş olanlardır. Yıkılmamak için sert değil, esnek olmak gerekir. İnatla değil, anlayışla direnmeyi öğrenmiş çiftler, yalnızca birbirlerine değil, birlikte geçirdikleri zamana da sadık kalırlar.
İlişkiler, birlikte yaşlanan bedenlerin değil; birlikte esneyen, öğrenen, hata yapan ve yeniden deneyen zihinlerin eseridir. Ve belki de asıl romantizm, bu çabayla ilgilidir: "Ben değişsem de, seni yeniden tanımaya hazırım" diyebilmekte.